Charles Dickens’ın Fransız İhtilalini anlattığı “İki Şehrin Hikâyesi” romanının girişiydi bu cümleler. Nutkumuz tutulmuş benzerlikleri temaşa ediyoruz yedi kat yerin dibine girerken. İhtilal öncesi acı çeken, sömürülen Fransız halkının bu travma ile ihtilal sonrasında hukuksuz bir şekilde kendilerine yıllarca kötülük yapmış aristokrat ve asillere yaptığı eziyetlerin karakteri halkın aslında ne kadar “ilkel ve evrimleşmemiş bir toplum olduğunu” gösteriyordu. Öldürenler artık öldürülmekteydi. Deprem sonrası “ibreti âlem olsun” diye işkence ettiklerimiz “bir arpa boyu yol alamadığımızın” en büyük kanıtı. Medeniyet yolculuğumuz üç beş çaputtan ibaret, ruhumuz hala paçavra.
İhtilaller, felaketler, savaşlar toplumsal köklü değişimleri, devrimleri beraberinde getirebiliyor. Japonlar, Almanlar her biri savaşın yaralarını sarıp bilime sığındılar. Köklü uygarlıklarını adaletle korurken, teknolojiyle refahlarını inşa ettiler. 50 bine varan yaşamı Türk tarihine ne diye not edeceğiz. “Oğlum Orhan adil ol adaletli ol” diyen atalarımızın sözünü tutmamış olmaktan gelen derin bir liyakatsizlik acısıyla depremin üzerine yeni mutluluklar inşa edebilir miyiz?
Türkiye Yüzyılı depremle sarsıldı, liyakatsizlik harcı, gelecek güvencesini sendeletiyor. Muasır medeniyet hedefimizde köklü sapmalar var. Jeopolitik zorluklar, iklim değişikliği, ikiyüzlü insan türü ülkelerin ayaklarına dolanıyor. Herkes başkasının hayaline dadanmış durumda. Daha güzel bir geleceğin hayal edildiği devrimler, savaşlar, zulümler pirüpak bir gelecekten çok kaosa sürüklüyor insanlığı.
Benzer “akıl tutulmasının” yaşandığı zamanlardan geçiyoruz. Elimiz belimizde, “akılsız başın cezasını ayaklar çeker” atasözünü tekrarlayıp duruyorum. Atatürk’ün; “toplumu gerçek amacına ulaştırmak için iki orduya gerek vardır. Biriz vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri ulusun geleceğini yoğuran bilim ordusudur. Orduların her ikisi de kıymetli ve hayatidir. Şunu söyleyeyim ki, bilim ordusu, ölen ve öldüren birinci orduya, niçin ölüp, niçin öldürdüğünü öğreten ordudur” sözünü hatırlıyorum. Birinci ordu her daim ayakta, peki ya “bilim ordumuz” her geçen gün kan kaybediyor. Bilim ordularımız güçsüzmüş depremin altında kaldık, bilim ordularımız göçüyor 1993 yılında İzmir’de yaşanan depremde okulun altında kalan 8 yaşındaki Nur Güven enkazdan kurtuldu, kalbinin attığı, karnının doyduğu Silikon Vadisi bilim ordusuna katıldı. Bizim ordular cephede yalnız, yoksun, umutsuz.
Bilim Ordularımız güç kaybedince yerine en çok gördüklerimiz rol model oluyor topluma. Oğuzhan Uğur, Müge Anlı, Master Şefler herkes onlar gibi sosyal medya ünlüsü olmak istiyor. Tıp fakültelerinde kimse okumak istemiyor, eski mühendisler yok, kimse çocuğunun sıradana işler yapmasını istemiyor. Binalar yıkıldığında tek suçlu müteahhit deyip sorumluluğu üzerimizden atmaya çalışıyoruz. Sadece binalar çökmüyor içerisindeki bilim de yavaş yavaş çöküyor. Gerçekler acıtıyor biliyoruz ama kabul etmezsek 20 yıl sonra gidecek doktor, yiyecek ekmek kalmayacak. Z kuşağının özgürlük anlayışına alkış tutuyor onları ne kadar yanlış eğittiğimizi hala kabul etmiyoruz. Çalışmıyoruz, çalışmayı sevmiyoruz, bazılarımız kısa yoldan para kazanmak isterken bazılarının para bile umurunda değil. “İşi bileceksin işe gitmeyeceksin” diyen atasözlerimiz var. Gereksiz zamanlarda patron düşmanı oluyor, isyan etmemiz gerekirken burjuva sever oluyoruz. Her olağanüstü durumda yaraları sarıp sarmalayacağız diyor kira fiyatlarını anında yükseltiyoruz. Bardağın sürekli dolu tarafını görmekten zaaflarımızın üstünü örtüyor gelişmekten alıkoyuluyoruz. En çok çalışmamız, okumamız gereken zamanda tembellik hakkımızı kullanıyoruz.
Endişe yüklü, kaygı ve korku doluyuz. Zorluklarımızla yüzleşmiyoruz, zayıf yönlerimizi güçlendiremiyoruz. Yardım kampanyalarında yüksek doz motivasyonla bağlanıp ev satıp bağış yapacağımızı söylüyor o evi hiç satmıyoruz. Yardım deyince akan sular duruyor, vur deyince öldürüyoruz. Kaynakları iyi kullanalım israf etmeyelim diyenlere cephe alıyor tek atımlık kurşunumuzu daha yolun başında kullanıyor, bekleyen zorlu mücadeleden kopuyoruz. Sadece biz değil tüm dünya derin bir uykuda gerçek sandıkları heyecanlı bir sanrıdan ibaret.
Her şeye rağmen insanlık için en kötü yıl 2023 olabilir mi. Son buzul çağında biyoçeşitliliğin yüzde 70’den fazlası kaybolmuştu. Bundan 12 bin yıl önce dünya nüfusu sadece 10 milyondu. Gezegenin hareketlerine bağımlı yaşayan insan türü medeniyette beklediği hızı yakalayamıyordu. Tarım devrimiyle beraber hızlanan ivme, modern insanın şirazesini kaydırmasıyla beraber zıvanadan çıktı. Her türlü zevk ve tutkuda teknolojiyi sonuna kadar kullanıyorken felaketlerde “bu kadar büyük bir felaketle başa çıkmamız mümkün değildi” diyenlere teşekkür ediyoruz.
Gezegenin en yetenekli canlısı insan türü, tam bir hacıyatmaz. En önemli yeteneği “uyum” acıya, öfkeye, kayba, şiddete karşı uyum sağlıyor, unutuyor, affediyor ve her seferinde yeniden başlıyor. Beklenildiği kadar ders alarak devam etmese de asla pes etmiyor. “Ölüyle ölünmüyor” deyip bir çırpıda yaşama tutunuyor, gerek gidenlerin anısına gerekse kalanların hatırına.
Harvard Profesörü Michael Mc Cormick, “yaşamak için en kötü yılın MS 536 olduğunu” savunuyor. Güneşi engelleyen patlamalar, veba ve yüzyıl sürecek en soğuk yıl ve yıkımın başlangıcı. Gezegen çok fazla kötü yıl yaşadı 1918 İspanyol gribi ve 1. Dünya Savaşı 100 milyondan fazla insan öldü. 1349 kara veba, Avrupa’nın yarısını haritadan sildi. Tüm bunlara rağmen hala en kötüsünü bizden öncekiler gördü.
Main Üniversitesi İklim Değişikliği Enstitüsüs’nden buz bilimci Paul Maywski tarafından İsviçre’deki bir buzul üzerinde yürütülen çalışmanın ortaya koyduğu bilgilere göre, MS 536 yılı başında İzlanda’da meydana gelen volkanik patlama sonucu püsküren kül Avrupa, Orta Doğu ve Asya’nın bazı kısımlarında 18 ay boyunca karanlık getiren bir sese neden oldu. Bizans tarihçisi Procopius “çünkü güneş, ay gibi yıl boyunca ışığını parlak olmadan verdi, güneş her zaman tutulma halindeymiş gibi görünüyordu” şeklinde betimlemişti. Aynı dönemde yaşayan Romalı bir siyasetçi “güneş mavimsi bir renge sahipti, ay parlak değildi ve mevsimler birbirine karışmış gibiydi” diyerek dönemin ağır şartlarını anlatmıştı.
Karanlık dönem beraberinde uzun sürecek bir soğuk dönemi getirdi, yaz sıcaklıkları 2.5 derecenin altına düştü. Tüm ekinler mahvoldu, tüm dünya açlıkla mücadele ederken veba salgınları, Doğu Roma İmparatorluğu nüfusunun yarısının yok olmasına neden oldu. Volkanik patlamalar, veba ve çevre felaketleri nedeniyle uzun yıllar ekonomik gerileme yaşandı.
Gezegen en son 200 milyon yıl önce Pangea adlı tek kıtadan oluşmaktaydı. Ayrıldı ve bu günkü kıtalar meydana geldi. Küresel sıcaklık 1.5 ile sınırlandırılsa bile gezegen 200 yıl sonra her şekilde tek kıtaya dönüşecek. Geological Magazine dergisindeki araştırmaya göre birleşme çeşitli şekillerde olabilir. Asya ve Amerika’nın birleşmesinde Amasia (Amasya) tek parçası ortaya çıkacak. Söz konusu öngörülerin çeşitli senaryoları var, gelecek ılıman da olabilir, buzul çağı da.
Süper kıta olduğunda volkanik faaliyetlerden kaynaklı karbondioksit emisyonlarındaki artış gezegenin yaşanılamaz bir yere dönüşmesine neden olacaktır. Süper kıtanın ekvatora yakın olması nedeniyle beyaz kumlu plajları, büyüleyici mercan resifleri ile de olma ihtimali üzerinde duruyorlar. Yeni bir asrı saadet geliyor olabilir.
Ya dünya ılıman olmazsa, buzullarla kaplı bir Amasya, gezegendeki tüm yaşamı yok edebilir, okyanus altı bazı canlı formları hayatta kalabilir milyarlarca yıl önce olduğu gibi. Kıtalar bir araya geldiğinde pek çok tür acımasız bir yaşam savaşına tutuşacak, muhtemelen kitlesel yok oluş gerçekleşecek. Hayatta kalan insan türü evrimleşerek tahmin edemediğimiz çok daha dayanıklı başka bir şeye dönüşebilir. Gelecekte ortaya çıkma ihtimali olan süper zekâ şimdi olduğu gibi kendini yeniden yok edebilir. Ama gelecekte ayakta kalmak için zekâdan daha fazlasına, güçlü bir irade ve rasyonel kararlara ihtiyaç var.
Milyonlarca yıllık insan – gezegen mücadelesinde sona gelinmek üzere, ruhlarımız paramparça.
Ezcümle gezegene geldik, gördük, yıkıldık…