Satranç
turnuvasının üçüncü günü turnuvanın yapıldığı AVM’de maçların başlama
saatini bekliyorduk. Turnuva sporcusu olan oğlum Alperen masasına
oturmuş ve rakibi ile sohbet ediyordu. Bu arada ben ise ortamı
inceliyor, özellikle rakibi gelmeyen sporcu masalarına bakıyordum.
Bu
arada bir numaralı masa dikkatimi çekti. Çünkü o masada maç yapması
gereken görme engelli sporcu maç başlamasına çok az süre kalmasına
rağmen henüz gelmemişti. Zaten ilk dört masa ilk günden beri
gözlemlediğim masalardı. Çünkü ilk dört masada görme
engelli sporcular maç yapıyordu. Turnuvanın ilk gününden beri bu dört
sporcu maçlara katılmıştı. Görme engelli olmaları ve satranç sporunun
görselliği de çok fazla barındıran bir spor olması sebebiyle onların
satranç oynamadaki azimleri ve becerileri beni çok etkilemişti.
Bu
arada maçlar başladı ve ben de bir köşede salonu izlemeye çekildim.
Maçlarda bekleme süresi 30 dakika idi. Yani ilk 30 dakika içinde gelen
sporcular maçını yapabiliyordu. Eğer 30 dakikayı geçirirse mağlup
sayılıyordu. Ayrıca geç kalan ya da maça gelmeyen sporcu turnuvaya devam
edecekse bunu baş hakeme bildirmek zorundaydı. Aksi durumda turnuvadan
da eleniyordu. Turnuvanın açık turnuva olması sebebiyle yaş, cinsiyet ya
da engel durumları dikkate alınmıyordu. Görme engelli bir satranççıyla
engelsiz bir satranççı eşleşebiliyor; ya da sekiz yaşındaki bir sporcu
atmış yaşındaki bir sporcuyla maç yapabiliyordu.
Maçların
başlamasından sonra yaklaşık 40 dakika geçmişti ve birinci masada maç
yapması gereken görme engelli sporcu biraz da telaşla turnuva salonundan
içeri girdi. Ama bekleme süresi dolduğu için rakibi masadan kalkmış ve
hakeme maçı kazandığını tescil ettirmişti. Onun geldiğini gören
hakemlerden biri yanına gitti ve aralarında bir şeyler konuştular. En
son turnuva hakemi onu sırtını sıvazladı ve görme engelli sporcu turnuva
salonunun kapısına doğru yöneldi. Bu arada ben de bir çay içmek
amacıyla salondan çıkıp yiyecek içecek bölümüne gitmek için
hareketlenmiştim. Kapıya yaklaştığımda görme engelli sporcunun orada
buluna bir vatandaşa çay içmek için ne tarafa gitmesi gerektiğini
sorduğunu duydum. Sorduğu kişi de onu soluna doğru yönlendirerek “Bu
tarafa doğru git.” diyordu.
Ben bunu duyunca bir anda onun yanına gidip “Merhaba kardeşim, Ben de
çay içmeye gideceğim. Oğlum şu an maç yapıyor. İstersen beraber
gidelim.” dedim.
İsminin
Kenan olduğunu sonradan öğrendiğim görme engelli sporcu bu teklifime
gülümseyerek olumlu cevap verdi ve çay içmek üzere sol koluma girmiş
vaziyette benimle beraber yürümeye başladı. Biraz yürüdükten sonra çay
içebileceğimiz bir yere vardık ve Kenan’ı bir masaya oturtarak çayı
nasıl sevdiğini sordum:
“Normal
olsun abi, iki tane de şeker olursa iyi olur.” diye cevap verdi. Bu
arada çay parası vermek için davranınca ona “Bu sefer ben ısmarlayayım.
Bir daha gelirsek sen ısmarlarsın.” diye elini yavaşça geri ittim. Biraz
sonra çayları almış ve masaya gelmiştim. Çaylarımızı içerken önce
tanıştık ve sonra da Kenan’la sohbet etmeye başladık. Beylikdüzü’ne
yakın bir konumda olan AVM’ye Gaziosmanpaşa’dan geldiğini duyunca
oldukça şaşırdım. Çünkü oldukça uzak bir mesafeden bahsediyordu.
Gelirken metrobüs ile seyahat ettiğini ama bu akşam yanlışlıkla erken
indiği ve yolların da çok daha kalabalık olmasından dolayı geç kaldığını
söyledi. Ben de ona turnuvaya devam edip etmeyeceğini sordum. O da bana
devam edeceğini söyledi. Baş hakeme bunu bildirmesi gerektiğini
hatırlatınca da gelir gelmez bunu yaptığını söyledi. Böylece onun
turnuva salonunda hakemle ne konuştuğunu da anlamış oldu.
Çay
içerken hem sohbet ediyor hem de ben onu inceliyordum. Daha önce görme
engelli bir kişi ile hiç bu kadar yakın iletişim kurmamıştım. Özellikle
elleri dikkatimi çekti. Elleri adeta gözleri gibiydi. Çay bardağını
yoklayarak buluyor, şekeri aynı şekilde çaya atıyor ve ellerini
görebilen insanlardan çok daha dikkatle ve beceri ile kullanıyordu.
Eminim benim bardağı devirme ihtimalim onun bardağı devirme ihtimalinden
çok daha fazlaydı. Bu arada telefonu çaldı. Sanki görüyormuşçasına
telefonu açtı ve konuşmaya başladı. Konuşması bitince bana diğer görme
engelli sporcu arkadaşlarından birinin onu aradığını belirtti. Onun da
maçı bitmişti ve çay içmek için yanına gelecekti. “Acaba bizi bulabilir
mi?” diye sorunca ben ona “Bulamazsa ben gider yanımıza getiririm.”
dedim. Sonrasında ise merak ettiğim soruyu sordum. Hiç mi göremiyordu
yoksa az da olsa görebilme yeteneği var mıydı? Çünkü onunla beraber dört
kişilik görme engelli olan grupta bir arkadaşlarının biraz gördüğünü
biliyordum. Çünkü o maçlarını normal satranç tahtasında yapıyordu. Diğer
üçü ise maçlarını görme engellilere özel satranç tahtasında
yapıyorlardı. Bu tahta tamamen el ile algılama yeteneğine göre yapılmış
özel bir tahtaydı ve sporcu parmaklarıyla sürekli taşları yoklayarak
mevcut konumları algılayarak ona göre oyun oynuyordu. Kenan soruma cevap
verirken doğuştan görme engelli olduğunu ve hiç göremediğini söyledi.
O, bunu söylerken benim kafamın içinde binlerce soru uçuşmaya başlamıştı
bile. Bir insan hiç göremeden nasıl yaşıyordu? Nasıl satranç oynuyordu?
İstanbul’un karmaşası ve kalabalığı içinde onlarca kilometre yolu tek
başına nasıl kaybolmadan gidip gelebiliyordu? Ama bu sorularımı sormaya
cesaret edemedim. Çünkü duyacağım muhtemel cevapların beni çok
etkileyeceğini biliyordum. Bu konuşmalar sırasında aklımdan şu geçti.
Sonraki turların eşleşmeleri sırasında acaba Kenan ile oğlum Alperen
eşleşir miydi? Bu durum olasılık dahilindeydi ve benim aklıma gelenler
genelde başıma da gelirdi!
O
gün maçımız bitip de eve gittiğimizde gece yarısına doğru Satranç
Federasyonunun internet sayfasında ertesi günün eşleşmelerini açtım.
Oğlumun isminin karşısında yazan isim hiç de yabancı değildi: Alperen
Pamukçu – Kenan Ayrancı
Aynen
düşündüğüm gibi olmuştu ve o akşam Kenan ile çay içerken aklımdan
geçirdiğim eşleşme tüm gerçekliğiyle karşımdaydı. Ertesi sabah Alperen’e
eşleşmeyi söylediğimde ilk söylediği şu oldu: “Hiç görmüyor mu baba?”
Ben de ona: “Hayır, hiç görmüyor.” dedim. Onun bana sorduğu ikinci
soruyu cevaplamam ise biraz zor oldu: “Neden hiç görmüyor, neden gözleri
kör doğmuş?” Ona bunun Allah’ın takdiri olduğunu ve bazı insanların
bizler gibi sağlıklı doğamadıklarını anlattım. Ve sağlıklı olduğumuz
için Allah’a şükretmemiz gerektiği gibi engellilere de her zaman yardım
etmek zorunda olduğumuzu söyledim. Aradan bir saat geçtiğinde yaklaşan
maçımızı oynamak için evden çıktık ve AVM’ye doğru yola koyulduk.
Yaklaşık 10 dakika sonra turnuva salonundaydık ve gözlerimiz Kenan’ı
aradı. Ama Kenan henüz gözükmüyordu. Zaten maç saatine de yaklaşık 45
dakika vardı. Bu sırada ben bir arkadaşımı gördüm ve onunla sohbet
ederken Alperen de yaşıtı ve arkadaşı olan oğluyla hazırlık maçı yapmaya
başladı.
Maçların
başlamasına 10 dakika kadar varken Kenan salonun girişinde gözüktü.
Hemen yanına gittim ve ona hoş geldin dedim. Sesimden beni tanıdı ve
cevap verdi. Sonra masasına oturturken ona “Bugünkü rakibin kim biliyor
musun?” dedim. Bana bilmediğini söyleyince ona “ Bugünkü rakibin oğlum
Alperen.” dedim. Öyle deyince bana “Seninle tanıştım, demek ki oğlunla
da tanışacağım. Bundan çok memnun olurum.” dedi. Bu sırada Alperen de
yanımız ageldi ve onları tanıştırdım. Masaya oturdular ve Kenan’ın özel
satranç tahtasını çıkartarak taşlarını dizmesine yardım ettik. Bu sıra
turnuva hakemi yanımıza gelerek maçı nasıl yapacaklarını, nelere dikkat
edilmesi gerektiğini bize anlattı. Diğer oyunlardan çok farkı yoktu
aslında. Sadece Alperen normal satranç tahtasında her iki oyuncunun
hamlelerini de oynayacaktı. Kenan da kendi özel takımında hamleleri
dizecekti. Böylece elleri ile oyunu sürekli okuma şansı olacaktı. Bir de
notasyon denen ve sporcuların oynadıkları hamleleri yazdıkları
kağıtları sadece Alperen yazacaktı. Kenan ise ses kayıt cihazına
söyleyerek hamleleri kaydedecekti. Artık maçın başlamasına çok az
kalmıştı ve Alperen ayağa kalkarak kulağıma şunu fısıldadı: “Babacım,
yenileyim mi?” Normal şartlarda Alperen Kenan’ı çok rahatça yenebilecek
seviyede satranç biliyordu ve oyunu kazanması büyük ihtimaldi. Bu
sorusuna şu cevabı verdim: “Bilerek ona yenilirsen bu onu mutlu etmediği
gibi aksine üzer. Sen normal oyununu oyna ve ona acıyarak değil,
yaptığı işin zorluğunu düşünüp saygıyla bak.” dedim.
Maç
bitmiş ve Alperen kazanmıştı. Artık eve gitme zamanımız gelmişti.
Kenan’ın eşyalarını toplamasına yardım ettik ve metrobüse kadar beraber
gitmeyi teklif ettik. Zaten otobüs durağına kadar aynı yoldan
gidecektik. O da bize iyi olur dedi ve durağa kadar beraber gidip onu
metrobüse bindirdik. Ayrı yönlere gittiğimiz için daha sonra biz de
bizim tarafa giden metrobüse binerek eve doğru yol almaya başladık. Bu
sırada Alperen bana şunu söyledi: “Babacım, iki defa yanlış hamle
yaptım. Ona bir şans vermek istedim. Sence kötü mü yaptım?” Ben de ona “
İyi yapmışsın. Güçlü olanların zayıf olanlara şans vermesi çok erdemli
bir davranıştır.” dedim.
Ertesi
gün 3 Aralık idi ve o gün Dünya Engelliler Günü olarak kabul edilmişti.
Akşamdan aklıma bir fikir geldi. Kenan’a bir hediye almak ve onlara
adanmış günde ona bu hediyeyi vermek. O günün akşamı AVM’ye biraz daha
erken gittik. Amacımız Kenan’a bir hediye almaktı. Bu amaçla biraz
gezindik ve bir giyim mağazasında güzel bir kazak gördük. Kazağı alarak
hediye paketi yaptırıp turnuva alanına gittik. Biz gittikten çok az bir
süre sonra Kenan da geldi. Alperen’den, hediyesini Kenan’a vermesini
istedim ve o da öyle yaptı. Ona “Kenan Abi, engelliler gününüz kutlu
olsun.” diyerek hediyesini verdi. Bu hediyeye hem şaşıran hem de çok
mutlu olan Kenan bize teşekkür etti. Sanırım güzel bir şey düşünmüş ve
yapmıştık.
Bunun
da ötesinde hem kendim hem de Alperen çok önemli bir hayat tecrübesi
edinmiş ve bazen şikayet ettiğimiz şeylerin aslında ne kadar da önemsiz
olduğunu anlamıştık. Siz de ne demek istediğimi anlamak için gözlerinizi
bağlayıp evinizin içinde bir gün yaşamayı dener misiniz?